25 Eylül 2015 Cuma

Asiler Serisi 1. Kitap-Steelheart İncelemesi(Spoilersiz)


Merhaba sevgili okurlar bugün sizin için dönemin fantastik prensi olarak adlandırılan Brandon Sanderson’ın Steelheart kitabını inceleyeceğim. Sanderson’ın eşsiz üretkenliğiyle ortaya koyduğu bu kitap kendini kesinlikle okutmayı başarıyor diyorum ve hemen yazıma başlıyorum.
Günümüz sinemasında Marvel-DC kapışması aldı başını yürüdü ve tüm dünya biranda süper kahraman çılgınlığının altında boğulup kaldı. Bu çılgınlığın ve kahraman bolluğunun arasında Sanderson bu kitapta bize çok güzel bir kapı açıyor, süper kahramanlara olan bakış açımızı köklerinden sarsarak süper kahramanlara başka bir şekilde bakmamızı, hatta onlar hakkındaki fanatizme varan düşüncelerimizin değişmesini sağlayacak gibi gözüküyor.
Sanderson’ın bu kitap da bize sunduğu derin düşünce ‘’Ya kötü olsalardı’’ oluyor. ‘’Süper kahramanlar insanları kurtarmak yerine insanları kullanmayı tercih etselerdi neler olurdu?’’ sorusu bu kitapta anlatıyor. Bu kitapta kahramanlardan ‘’Epik’’ diye bahsedilmiş bende öyle yapacağım. Epikler dünyayı kurtarmak yerine ona hükmediyor, insanları eziyor ve onları kullanıyor. Başkarakterimiz olan David ise babasının ölümünden sorumlu olan epikten intikam almak için yıllar içerisinde kendini hazırlıyor.
Kitap David’in epiklere karşı olan insanların son direniş grubu asilere katılıp babasının intikamını almaya çalışmasını anlatıyor. Kitap oldukça akıcı, okurken olayların hızlılığına kendinizi kaptırıyorsunuz adeta bir kitap okumuyorsunuz da bir film izliyorsunuz. Kitabı elinize alıp ilk bölümü okuduğunuzda bir kitabın giriş bölümünün bu kadar güzel ve konuyu bu kadar rahatlıkla anlatılmasına şaşırmakla kalmıyor sanki bir filmin ilk sahnesini izliyormuş gibi hissediyorsunuz.
Kitapta yazarın yaratıcılığı üst düzeyde ancak kitabın en güzel yönü aslında en kötü yönü olarak gözünüze çarpıyor. Okunması ve sindirilmesi son derece kolay olan bir kitap, hikâyesi hemen sizi içine çekiyor ancak kitabın kolay okunmasını sağlayan olayların hızlı ilerleyişi bir yerden sonra kitaptaki olayların sizin için çok sığ kalmasına neden oluyor. Çok hızlı ilerleyen olay örgüsü karakterlerinde aceleci davranmalarına vesile olmuş, kitabı okurken ‘’Bir iki dakika durup plan yapsaydınız’’ demeden geçemiyorsunuz. Kitap dil ve konu olarak oldukça sürükleyici. Fantastik öğelerin bir süper kahraman kitabında olması gereken kadar bulunduğu yazarın bu konuda müthiş bir denge yakaladığını bizlere gösteriyor. Aceleyle olan olaylara rağmen kitap biz okuyanları şaşırtmayı kesinlikle başarıyor.
Kitaptaki karakterlerde oldukça kendine özgü karakterler, asilerin her biri gerçek anlamda bir film karakteri özelliğe sahip aslında bu kitaptaki hemen hemen her şey filmden fırlamış gibi ama yine de fantastik kurgu ve süper kahraman olaylarını seviyorsanız ya da güzel bir kitapla gününüzü geçirmek istiyorsanız bu kitap işte o kitap. Bir çırpıda sizi içine alan ve kitabı bitirdikten sonra hemen ikincisini okumak isteyeceğiniz, sizi günlük yaşamdan uzaklaştırıp çok fazla kafanızı yormadan kavrayacağınız nadir kitaplardan biri.
Kitabı okuduktan sonra büyük ihtimalle içinizden ‘’Filmi çıkacak kitap’’ diyeceksiniz ve yanılmayacaksınız. Film hızında ve tadında olan bu kitap yakın zamanda beyaz perdede yerini alacak gibi gözüküyor. Acaba Marvel ve DC’nin boğup büyük bir ‘’Normal’’ e dönüştürdüğü süper kahraman filmlerinin yanında, bir solukta okunan Steelheart kitabının filmi kendine nasıl yer bulacak.
Hızlı bir kitaba hızlı bir inceleme yapmak istedim bir solukta okumanız dileğiyle.

GÜVENÇ TÜRKOĞLU

Kral Katili Güncesi Serisi 1. Kitap-Rüzgarın Adı İncelemesi(Spoilersiz)


BENİM ADIM KVOTHE
Uyuyan höyük krallarından prensesler kaçırdım. Trebon kasabasını yakıp kül ettim. Felurian’la bir gece geçirdim ve hem canıma hem de aklıma mukayyet olabildim. Çoğu insanın kabul edildiğinden daha küçük bir yaşta Üniversiteden atıldım. Başkalarının gündüz gözüyle ağızlarına almaktan bile korktukları yollardan ay ışığı altında geçtim. Tanrılarla konuştum, kadınlar sevdim ve ozanları ağlatan şarkılar yazdım.
Belki beni duymuşsunuzdur.
            Patrick Rothfuss’un 2007’de yazdığı Kral Katili Güncesi serisinin ilk kitabı olan Rüzgârın Adı çıktığında büyük ses getirdi ve 32 dile çevrilerek büyük bir okur kitlesinin beğenisini kazandı. Peki, bu kitabın bu kadar beğenilmesinin nedeni ne? Onu rakiplerinden ne ayırıyor?
            Rüzgârın Adı her şeyden önce bir fantastik kitap. Üstelik fantastik dozu çokta yerinde. Karşılaştırmam gerekirse Taht Oyunları gibi ejderhalar, ak yürüyenler gibi fantastik ögeler pasif değil gayet etkin. Hikaye de şarkıcılık geniş yer tutmakta. Kitabın kendisi bile zaten başlı başına bir şarkı gibi. Başkarakterimiz bir şarkıcı ve bunu derinlemesine hissediyorsunuz. Ayrıca kitapta destan ve masallar geniş yer tutuyor. Yaratılan dünyanın geçmişini genelde bu masallar ve destanlardan öğreniyoruz. Ayrıca kitabı diğerlerinden bir ayrı mevzu isimler. İsimlerin gücü. Neyi kastettiğim en rahat kitabı okuyarak anlaşılır ancak özetlemem gerekirse kitapta doğadaki maddelerin isimleri var(rüzgar, taş, su) ve bu isimlerin bilen bir kişi onlara Sempati(kitaptaki büyülerin adı) aracılığıyla istediği her şeyi yaptırabilir. Bunu kitaptan bir diyalogla da açıklayacağım:
İsimlerin doğası tarif edilemez; sadece tecrübe edilebilir.
“Niye tarif edilemez?” diye sordum. “Bir şey anlaşılıyorsa tarif de edilebilir.
“Anladığın her şeyi tarif edebilir misin? diye sorarak bana göz ucuyla baktı.
“Elbette.”
Elodin yolun biraz ilerisini işaret etti. Şu oğlanın gömleği ne renk?
“Mavi.”
“Mavi derken neyi kast ediyorsun? Tarif et.”
Kısa bir süre düşündüm, fakat başarısız oldum. Yani mavi bir isim mi?
“Bir sözcük. Sözcükler unutulmuş isimlerin solgun birer gölgesi gibidirler. Nasıl ki isimlerde bir güç gizlidir, aynı şey sözcükler için de geçerlidir. Sözcüler insanların akıllarında bir ateş yakabilir, en taş kalpleri bile gözyaşlarına boğabilir. Bir insanın sana âşık olmasını sağlayan altı sözcük vardır. Güçlü bir adamın iradesini kıracak on sözcük bulunur. Ama sözcük dediğin, bir ateşin resminden fazlası değildir. İsimse ateşin ta kendisidir.
                Sanırım artık kafanızda daha netleşmiştir bu isim konusu. Bu konu önemli çünkü kitapta geniş yer almakta. Başkarakterimizin(en azından ilk kitapta) başlıca amacı rüzgarın adını öğrenip ona hükmetmek.
            Tüm bunlar dışında kitapta çeşitli göndermeler mevcut. Gizemiye mensuplarının(üniversitede öğrenim gören bir sınıf) yakılması(kitaba göre bu olaylar eskide kalsa da) açıkça Orta Çağ Avrupa’sına bir gönderme. Kilisenin ve rahiplerin yoldan çıkmışlığı, rüşvet almaları yine Orta Çağ Avrupa’sındaki kiliselere bir gönderme.
            Kitabın konusuna geçersek; başkarakterimizin adı Kvothe. Kızıl saçlı, yeşil gözlü bir hancı, bir şarkıcı, eski bir efsane. En yakın arkadaşı da Bast. Hancı Kothe(Kvothe) artık geçmişini bırakmış her şeyden uzak bir hayat sürerken bir gün yolu Tarihçi denen -insanların hayat hikayelerini yazan- bir adamla kesişir ve ona hayat hikayesini anlatmaya başlar.
            Hikaye 3 gün boyunca sürecektir. 3 gün boyunca Kvothe hayatının belli bir dönemini anlatacak ve Tarihçi bunları yazıya geçirecektir. Kvothe’yi başta bir Edema Ruh(kumpanyacı) olarak tanırız. İyi bir anne, babası mutlu bir hayatı vardır. Onun hayatına damga vuran kişi ise ilk öğretmeni ve eski bir gizemiye mensubu olan Abentyh’dir. Abentyh rüzgarı çağırmış ve bu Kvothe’yi çok etkilemiştir. Abentyh’yi kumpanyaya katarak ondan bu numarayı ona da öğretmesini ister ve Abentyh onu ufaktan da olsa eğitmeye başlar. Ancak Abentyh onu ancak belli bir yere kadar eğitebilir rüzgarın adı gibi zorlu bir numara için Kvothe’nin üniversiteye gitmesi gerekmektedir.
            Chandiralılar olayına kadar(bunun ne olduğunu burada anlatmayacağım) kumpanyada kalmaya devam eder küçük Kvothe. Bu olaydan sonra birkaç yılını Tarbean’da geçiren Kvothe en sonunda üniversiteye kayıt için yollara düşer ve bunu başarır. Üniversitede binbir macera yaşar. Hayatının aşkıyla tanışır. Ayrıca bu üniversite yıllarının bana feci halde Harry Potter’ı hatırlattığını belirteyim. İlk kitap Kvothe’nin üniversite yıllarında biter.
            Rüzgarın Adı’nın öyküsü kısaca budur. Kvothe’nin bu kadar sevilmesindeki neden isebence onun gerçek bir insan olması en azından yazarın bunu size hissettirebilmesidir. Kvothe’nin tıpkı bizim gibi hata yapması, büyümesi ve kusursuz olmaması karakterle bağ kurabilmemizi sağlıyor. Ayrıca hikayenin hiç sıkmadan anlatıldığını da belirteyim ve bu 736  sayfalık kitabın tıpkı kısa bir öykü gibi hemencecik okumanızı sağlıyor.
            Kitapla ilgili eleştirileri olursak bazı isimlerin birbirine biraz fazla benzemesi(birkaç defa kişileri ve yerleri karıştırdığım oldu), haritanın detaylı olmaması ve kitabın biraz konuya geç girmesi mevzularıdır. Özellikle bu kitaba geç girme önemli bir sorun çünkü Kvothe hikayesini anlatmaya başladığında 70-80 sayfa geçmiş oluyor ve siz o zamana kadar pek bir şey anlamıyorsunuz. Bu ilk 70-80 sayfayı bitirdikten sonraysa Kvothe anlatmaya başlıyor ve kitabı elinizden bırakamıyorsunuz.
            Rüzgarın Adı fantastik edebiyat türünde orijinal, sürükleyici, okunması gereken bir kitap. Kesinlikle vaktinize değecek, pişman olmayacağınız bir öykü, Kvothe’nin öyküsü. Sözlerimi kitaptan bir alıntıyla bitireceğim:
Aklı başında her insanın korktuğu 3 şey vardır: fırtınalı bir deniz, aysız bir gece ve yumuşak başlı bir adamın öfkesi.
H. Pusat KILDİŞ

5 Eylül 2015 Cumartesi

Die Welle(İnceleme)


Bugün 2008 yapımı Die Welle adlı -Türkçeye ‘’Tehlikeli Oyun’’ olarak çevrilmiş- filmi sizler için incelemeye tabi tuttum. Gerçekte yaşanmış sosyal bir deneyimi konu alan film 3. Hare adlı sosyal bir deneyi anlatıyor. Öncelikle söylemem gerekir ki siyasi ideolojilere ilgisi olan kişilerin kesinlikle izlemesi gereken bir film diyerek incelememe başlıyorum. Die Welle filmi otokrasiye ve faşizme karşı bilinç yaratmaya çalışırken işlerin nasıl kötü sonuçlar doğuracağını düşünemeyen özgürlükçü bir öğretmeni ve öğrencilerini konu alıyor. Filmde faşizm ve otokrasinin doğurabileceği yanlışlıklar açık bir şekilde anlatıyor. Öğretmen dersin daha ilgi çekici ve daha verimli olabilmesi için bir grup kuruyor, bir üniforma, bir isim belirliyor. Ancak olaylar amaçlanandan farklı noktalara geliyor. Bir düşüncenin, bir fikrin örgütlenmiş bir topluluk üzerinde topluma karşı oluşabilecek tehlikeli bir harekete dönüşmesi anlatılıyor. Öğrencilerinde öğretmeninde başta karşı çıktıkları düşüncelerin sonuçları içinde kendilerini bulmaları anlatılıyor filmde. Farklı düşünceden, farklı çevreden insanların nasıl aynı düşüncede bir araya geldikleri filmde fark edilebilir bir gerçeklik ve bu kişilerin aslında karşı çıktıkları olgulara kendilerini nasıl kaptırdıklarını görüyoruz. Bir grubun içine giren insanların benliklerini nasıl kaybettikleri ve amaçlanan düşünceden sapmaları gözler önüne seriliyor. Filmin gerçek bir olaydan esinlenilmesi ise bize yaşadığımız dünyada siyasi ideolojilerin insanları nasıl etkileyebileceği hakkında fikir veriyor.

Şüphesiz film en başta önemli bir sorudan ve bu sorunun cevabından oluşuyor. Öğretmen maddi durumları ve sosyal ilişkileri farklı gençlerden oluşan bir grubu aynı formda buluşturmakla kalmıyor aynı zamanda benliklerini arka plana iterek ortak bir görüşe bağlanmalarını da sağlıyor. Her insanda bulunan aidiyet duygusunu hedef alarak, gelir adaletsizliği, düzün bozukluğu gibi konuları da açarak, öğrencilerin kendilerini güçlü hissetmelerini sağlıyor. Bu gücün tadına varan öğrenciler ise, oyun sona erdiğinde bile ''Dalga'' kimliklerini unutmak istemiyor ve işte o zaman bütün bu iyi niyetli çaba, herkesin düşüncelerini saptıracak bir trajediye dönüşüyor.

Öğrencilerin kendi düşüncelerine karşıt olan muhalefet düşünceleri bile nasıl sert ve katı bir şekilde karşıladıkları da faşizm ve otokrasi gibi siyasal ideolojilerin nasıl bir yapıda olduğunu da bize anlatıyor. Bir düşüncenin amaçlandığının dışında nasıl kullanılabileceğini filmde görüyoruz. Karşıt düşüncede olan arkadaşımız, sevgilimiz ya da başka biri olsa da düşüncelerin insanlar üzerinde nasıl etkileri olduğunu da görüyoruz. Türkiye’deki 80’ler dönemi gibi aynı aileden farklı görüşteki insanların nasıl düşman oldukları, nasıl düşman haline geldikleri, düşüncelerin insanlar üzerinde nasıl bir etki yaratabileceğine dair açık bir örnek.

Bu filmi sadece faşizm ve otokrasi açısından değerlendirmek doğru olmaz. Anlatılmak istenen insanların en uç düşünceye bile belirli bir gerçeklik çerçevesinde yaklaşması durumunda, kötünün sadece törpülenmiş yanını görmekteki seçiciliğidir. Düşüncelerin nasıl sapkın bir hal alabileceği ve insanların amaçlarından nasıl farklı bir yöne yönelebileceği açıktır, bir düşünceyi savunurken düşüncenin içindeki doğru yönleri ön plana çıkarırken yanlış olanları törpüleyerek yok etmek gerekir ancak körü körüne bağlanılmış bir düşünce amaçlanan ideallerden uzak kalır ve düşüncenin hakim olduğu toplumu ciddi bir yıkıma sürükler. Bir düşünceyi savunurken muhalefet bir düşünceyi de ciddiye alman gerekir çünkü savunduğun düşüncenin eksik ya da aksak yönlerini o düşünceyi savunun kişilerin ya da düşüncenin arasında fark edemez duruma gelebilirsin. Bu noktada muhalefet olan düşünceler ya da kişiler savunduğun düşüncenin yanlışlarını ya da aksayan yönlerini ortaya çıkarabilir ve sende içinde bulunduğun ve benimsediğin düşünceyi sorgulayıp aksak ya da yanlış kısımlarını fark edebilirsin.

Kanaatimce filmden alınması gereken fikir sadece otokrasi ya da faşizme karşı bir duruş olmamalıdır. Filmden alınacak fikir, bir düşüncenin amacı ne olursa olsun sapkın ve bağımlılık düzeyinde kabul edildiği takdirde o düşüncenin amaçlarının nasıl sapabileceği ve toplum için nasıl tehlikeli bir noktaya gelebileceğidir. ‘’Toplulukların savunduğu her düşünce yanlıştır’’ görüşü doğru olmaz ancak kabul etmemiz gerekir ki insanoğlu dünya içinde var olduğu sürece görüşleri kullanan ya da saptıran kişiler olacaktır. Bir ideoloji toplumlar için hem en iyi hem de en kötü durum halini alabilir çünkü iyi ve kötü arasındaki ince çizgiyi belirleyecek olan o görüşü savunan insanlardır.


Bazen bir olguyu anlayabilmek için onun tam merkezinde olmanız gerekir, bilinçli olarak ya da farkına bile varmadan. Film bu olguyu berrak bir şekilde dile getirmiş faşizm ve otokrasi gibi görüşlerin ya da yanlış savunulan düşüncelerin nasıl sonuçlar doğurabileceğini bizlere anlatmıştır. Önemli olan bir düşünceyi savunmak ya da benimsemek değil o düşüncenin amaçlarını ve doğurabileceği sonuçları kavrayabilmektir.

4 Eylül 2015 Cuma

Sorunların Başlangıcı

Cahillik ve Ariflik arasındaki ince çizgiden bahsediyorum ben, ülkemizde en çok karıştırılan şeyden. Zengini arif, fakiri cahil sanan ülkemizden bahsedelim biraz. Aslında ne kadar cahil bir ülkeyiz biz hadi kabul edelim. Okumaktan ne kadar uzak olduğumuzu düşünelim biraz, baya uzağız, ülke olarak bizim okumak gibi bir alışkanlığımız yoktur çünkü kocaman ışıklı tabelalar asarız sokaklara insanların gözüne sokarız tabelada yazılanı okusunlar diye ama nafile tabelaları bile okumaktan aciz bir milletiz biz ki kitap okuyalım, gazete okuyalım. O yüzdendir nice parlamak için gün sayan yazar adayları ortalığa bile çıkamadan başka mesleklerde heba olmuştur. 20 liralık kitaba pahalı gözüyle bakar ama 3 bin liralık telefon ihtiyaçtır bizim insanımız için, bizim insanımız Fransa 3. Ligindeki futbolcuyu tanır ama Yusuf Atılgan’ı bilmez ya da Oğuz Atayı arif zanneder kendini ama cahilin tekidir fark etmez. Okumak zaman kaybıdır bizim insanımız için ufku genişlemiş, bakış acısı değişmiş ona ne! Siyaset konuşur ama siyaset bilmez. Kitapların ışığından o kadar uzak bir ülkeyiz ki biz kendi değerlerimize bile sahip çıkamıyoruz,   değer derken turistlik değer değil sevgili okur Ahmet Mithat, Faruk Nafiz, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz bunlardan bahsediyorum ben, okullara, caddelere ve sokaklara isimlerini vermişiz o kadar ilerisine gidememişiz hiç tanımamışız onları.  Bizim insanımız için Yusuf Atılgan gibi isimler üniversite sınavındaki bir sorunun cevabından öteye geçememiştir. 

Merak ederim, hiç mi merak etmedin be cahil insan lise sıralarında sürekli ismini zikrettiğin o insanları, hiç mi demedin kendine bu adam neden ünlü diye, ama yok, bizde o merak yok, bizim insanımız komşunun ne kadara ev aldığını merak eder neden kitap merak etsin ki ona ne faydası var. Bir de övünmek vardır bizde, cahilliğimizle övünmek, geçer karşına adam ben Cin Ali’den bu yana hiç kitap okumadım der, sanki Amerika’yı keşfetmiş edalarıyla, bu daha kötüdür daha acı o insan boşa yaşamıştır.  Okuyan insanları bile utandırır bu cahil zihniyet, karşısındaki adam okuduğunu söylemeye çekinir, sanki kötü bir şeymiş gibi, bizim toplumumuzda böyledir.  Anormal olan okumaktır. Çünkü bizim insanımız,  genellikle okumaz, anneler babalar çocuklarına kitap oku der ama ellerine bir kitap dahi almaz.

Bizim ülkemizde çocukların doğum günlerinde istenmeyen hediyedir kitap yeri bu dur. Bir adam tanımıştım ben, ona neden bu kadar çok kitap okuyorsun dediklerinde ‘’Her kitapta yüzlerce hayat yaşarım ben’’ demişti, ne de güzel demişti. Bizim insanımız için bir şey ifade etmez bu, bizim insanımız kâğıda basılmış yazıları görür sadece. Aileler çocuklarına kitapla ceza verir ‘’yaramazlık yaparsan odanda bir saat kitap okuyacaksın ‘’ anlayana cezaların en tatlı olanıdır.

Ülkedeki yanlışlardan bahsederiz sürekli o böyle olmamalıydı, bu burada yanlış yaptı diye.  Ne bekliyoruz ki zaten neden yakınırız yanlışlıklardan, cahil insanlarız biz ne tecrübemiz ne bilgimiz var bizim, ne okuyoruz ne yazıyoruz ki. 5 bin satılan kitabın çok satan diye adlandırıldığı bir ülkeden ne bekliyoruz? Neyi kime anlatıyoruz biz? Bizim insanımız ne görüyor ki hangi birikimle gördüklerini tahlil edebilirsin neyle kıyaslasın, kendi mensubu olduğu dinin kutsal kitabını bile açıp okumaktan aciz bir topluluktan bahsediyoruz, gelecekten ne bekliyoruz. Keşke biraz okusa şu millette kendi görüşünü belirlese, her şeyimiz yanlış ki bizim.
                                                                                                                                                    Üniversiteye gidersin hukuk fakültesine isminin başında Prof. getirilmiş bir adam çıkar kürsüye ders anlatmak için, sana görüşünü benimsediği başka bir adamın kitabını almanı söyler ve o görüşe uygun şekilde öğretmeye çalışır o dersi, sende benimsersin aynı bir koyun gibi sorgulamazsın bile cahilsindir çünkü ne gördün ki ne okudun ki. Burada bir çarpıklık yok mu? Hukuk fakülteleri hâlihazırda olan görüşleri benimsetmek için mi vardır, yoksa hukuka yeni görüşler getirip hukuku mükemmelleştirmek için mi? Hâlihazırdaki görüş mükemmelse neden farklı farklı görüşler üretilir, amaç saptırılmıştır, bize görüş öğretilir nasıl yeni bir bakış getireceğimiz değil işte bu noktada okumak fark yaratır. Okuyan insan bilir, anlar ve bambaşka yerlerden bakar, kendi görüşünü oluşturur ama yanlış ama doğru, bir görüşü vardır saplanıp kalmaz hali hazırdakini sorgular. İşte bizim insanımızda bu yok sorgulama.
Neyi sorgulasın ki bizim insanımız, neyi ne kadar biliyor ki? Nasıl görüş üretsin kendi kendine ne okumuş ki? Bizim insanımızın cahilliği anlatmakla bitmez bizim insanımızın düşünceleri de kolay değişmez, zaten bu yazılanları bile 3 satırdan sonra okumayacak insanlar var ne var ki eğer siz buraya kadar okumuşsanız cehaletin sınırlarını bir nebze aşmışsınız demektir.  Ne kadar ironik 2 sayfalık kısacık bir yazıyı okuyan insanları bile takdir eder durumdayız. 

İlber Ortaylı gibi sürekli cahil demem bazılarınızı sinirlendirebilir, ‘’Sen kime cahil diyorsun?’’ diyenler olacaktır. Diyebilirsiniz çünkü sinirleneceksiniz, insanların yanlışları böyledir, yüzüne vurulunca sinirlendirir. Neyse size kendi sözümle veda edeceğim, anlayana da elmas değerindedir bu yazı.
‘’Okuduğum kitaplar kadar arif, okumadığım kitaplar kadar cahilim.’’